İŞGAL - BÖLÜM II

Gözlerinin ağrıdığını hissediyor, göz kapaklarını açmaya çalışıyordu. Fakat buzullaşmış göz kapakları ona izin vermiyordu. Görüşünü ise buzul taneleri kapatıyor, iç içe dans eden beyazlıklar farklı şekilleri oluşturuyordu. Zar zor duyduğu cızırtılı elektronik sesi ise dikkatini dağıtıyor, derinlerinde hissettiği korku ve endişeyi bastırıyor, bilincini yavaş yavaş yerine getiriyordu. Göz kapaklarına karşı açtığı savaşta da başarılı oluyordu.

Duyduğu ses bilincini neredeyse yerine getirmişti. Göz kapaklarına karşı açtığı savaşta başarılı olmuş, puslu ve buzlu bir görüşe sahip olduğunda kendisini bir kapsülün içerisinde yatarken bulmuştu. Çevresi tamamen kapatılmıştı ve yüzü buzullaşmış bir cama bakıyordu. Elleri ve ayakları serbest görünüyordu ancak hareket ettiremiyordu. Vücudundaki her parçanın donmuş olduğunu ve kaskatı kesildiğini düşünüyordu ama parmaklarını hareket ettirebilmesi ile bu düşünceler de yok oldu. 

Kafasını çevirmeye çalışıp vücudunun diğer kısımlarına baktığı zaman el ve ayak bileklerinde görünmez kemerler olduğunu fark etti. Yalnızca çok dikkatli bakıldığında görülebilen ve ışık kırılması ile ortaya çıkan bağların kendisini sardığını gördü. Kollarını ve ayaklarını kaldırmaya çalışsa da başaramadı. Hapsolduğunu düşündüğü bu kapsülden kaçma fikri gelince aklına kurtulmak için çevresini daha detaylı araştırmaya başladı.

Bir kapsülün içerisindeydi ve çevresinden bir düzine kablo geçmekteydi. Kabloların bazıları parlak mavi renginde parlamaktaydı ve bütün bir kapsülü çevrelemekteydi. Diğer renktekiler ise farklı yerlere girip çıkmakta, takip edilmeyi imkansız hale getirmekteydi. Buzullaşmış camın ötesini de görmeyi denedi fakat başarılı olamadı.

Elindeki tek bir hisse tutunmaya başladı. Yattığı yer yumuşak değildi. Sırtında metalin soğukluğunu hissediyordu. Parmaklarını uzatmaya çalışıp kapsülün diğer kısımlarına dokunmayı az da olsa başardı. Kapsülün diğer kısımlarında da aynı hissi yaşadı. Kapsülün içinde işine yarayabilecek şeylerin sadece kablolar olduğunu düşündü. Kablolardan iki tanesi camın yanından geçmekteydi. Kablolara dikkatli bakında göğsünün üzerinden çapraz geçen kemik rengindeki bir parçayı fark etti. Kapsülün sol altından başlayan bu parça, sağ üste doğru uzanıp kapsülden dışarı çıkıyordu. Ne işe yaradığını anlaması için elinden geldiğince kafasını ileriye doğru uzattı. Kapsülün içerisindeki soğukluğu bu parçanın sağladığını gördü. Parçanın kapsüle giriş yaptığı kısımlarından sis ya da duman benzeri bir gaz içeri salınıyordu.

Kafasını biraz daha uzatıp göğsünden geçen parçayı dişlemeye çalıştı. Aklındaki planda parçayı koparıp, buzlanmaya son vermek vardı ancak göremediği kemerlerden diğeri de boğazındaydı. Kafasını istediği dereceye kadar yükseltemedi. Parçaya yaklaştı fakat yeterli gelmedi. Aralarında sadece birkaç santim olan parça, başarısızlığın dolayı gözüne oldukça uzak geliyordu. Sağ elinin ilerisinde duran ve farklı renklerde ışık şovları yapan bir panoya, parçaya uzanmaya çalışırken dokundu. Panoya parmaklarını uzattığında dokunabildiğini fark etti. Işıkların yaydığı ısıyı az da olsa hissetti. Sağ elini yumruk yapıp panoya vurmayı denedi. Panoya tam yumruğu değecek iken bileğindeki kemer onu durdurdu. Tekrar denedi. Başaramadı. Bir kez daha denedi. Yine olmadı. Arka arkaya en az on defa daha denedi. Yine olmadı. Parmakları yetişiyordu ancak elini yumruk yapınca mesafe kısa kalıyordu.

Camların yanından geçen kablolara baktı. Hem sağ hem de sol taraftan iki parça kablo yukarıdan aşağı dikey olarak uzanıyordu. 

“Kapsülün enerjisini karşılıyor olabilir mi?”

Kablolardan birini koparabilirse, kurtulacağını ümit etti. Ancak daha göğsü üzerindeki parçaya ulaşamamış, sağındaki panoya dokunamamıştı. O kablolara ulaşmak için bir mucizenin gerçekleşmesi gerektiğini hissetti.

Kemerler ile bağlanmayan yerlerini aklına getirdi. Hiçbir uzvuna özgürlük sağlayamıyordu, bunu birkaç deneme ile anlamıştı. Ancak diğer yerlerini kullanabilirdi. Göğsünü ileriye kaldırmayı denedi ve aniden atıldı. Fakat geriye doğru düşünce, kapsülde dikey olarak değil yatay olarak yattığını anladı. Vücudu yavaş da olsa geriye doğru düşmüştü. Kendisini sıkıca saran kemerler yüzünden bunu fark etmemişti ama göğsü o anda ona yardımcı olmuştu.

“Sedye gibi düşün. Sırt üstü bağlısın. Kemerlerden kurtulamıyorsun. Ne yapacaksın? Düşün!”

Göğsünü bir kez daha ileri itti ve geriye düştü. Bu hamlesinin de hiçbir işe yaramadığını düşünürken, göğsünün üzerindeki parçanın haififçe kıpırdadığını fark etti. Göğsünü hareket ettirmek işine yaramıştı. Kendini tekrar ileriye itti. Parçaya bir kez daha çarptı. Yine itti. Yine çarptı. Her ittiğinde parça stabil halini biraz daha kaybediyor, kendi kendine titreşimlere giriyordu. Göğsünü son bir kez yine itti ve parçaya dokundu. Parça birkaç defa cızırdayıp göğsünün üzerine düştü. Bununla birlikte sağ üst kısma doğru ilerleyen kısmı da göğsünün üzerindeki ana mekanizmasının durması ile başının yanına düşmüştü.

“Güzel. Şimdi kafamın yanında duran şu kablonun aşağı inmesi lazım.”

Kabloyu belinin hizasına nasıl getireceğini düşünürken, göğsündeki parça tekrar cızırdamaya ve kendi kendine titremeye başladı. Parça tekrardan harekete geçmişti. Kendi etrafında dönüyor ve kendisine bağlı diğer parçaları da sürüklüyordu. Bu durum işine gelmişti çünkü kafasının sağında bulunan kabloya benzer diğer parça da bel hizasına doğru yavaşça iniyordu. Ancak bu parça aşağı inerken, küçük boşluklarından yaydığı bir hava çarptığı yerlerde hoş olmayan izler bırakıyordu.

Kablolardan çıkan havaya dikkat etmek lazım anlıyorum.”

Kendini sol tarafa doğru atmaya çalıştı ancak bu sefer de solundaki parça aklına geldi. Eğer sola biraz daha yaklaşırsa diğer kabloya çarpacaktı. Vazgeçip eski haline döndü. Parça olabildiğince yavaş dönüyordu ancak saatin ters yönüne göre dönüyordu. 

Sağındaki kablo bel hizasına geldiği anda solundaki kablo başının yanında olacaktı. O anda kabloyu yakalamalıydı yoksa başının yanındaki parça ona istemediği acılar yaşatabilirdi.

“Tek bir şansım var. Kaçırırsam…”

Göğsündeki cihaz cızırdamaya, titreşmeye ve dönmeye devam ediyordu. Sağındaki kablomsu parçacık ise bu dönmeye katılıp bel hizasına iniyordu. Kendi tahminine göre on saniyeden az bir süresi kalmıştı. Kablo bel hizasına geldiğinde bileğini geriye çevirecek, kabloyu yakalayacak ve panoya sokacaktı. Buraya kadar her şeyi planlamıştı. Ancak kabloyu gözleri ile takip ederken son anda fark ettiği bir şey daha vardı. Kablonun daha ince gözenekleri vardı ve diğerleri gibi dondurucu havayı dışarı veriyordu. Bel hizasına gelen parçayı tuttuğu anda elinin bir kısmı kesinlikle donacaktı. Donmaması için yine kendi tahminine göre iki saniye süresi vardı. On saniye sonra kabloyu tutması, iki saniye içerisinde eli ile tutup çevirmesi ve panoya sokması gerekiyordu. Kablonun ağırlığını ve cihazın onu döndürme gücünü hesap etmemişti bile. Belki kabloyu tutamayacak, göğsündeki ana mekanizma onu kendisinden söküp alacak, diğer parça sol tarafından başına ve gözlerine isabet edip onu kör edecek hatta onu beynine kadar donduracaktı. Baştan beri yaptığı planının ne kadar saçma olduğu o anda aklına gelmişti ancak o bu düşüncelerle dolup taşarken kablo da bel hizasına gelmişti.

Hızlıca bileğini çevirip kabloyu yakaladı. Gözeneklerden çıkan soğuk hava dalgasını avuçlarında hissediyordu. Avuçlarındaki garip yanma ve hissizlik de buna katılıyor, içine korku tohumlarını ektikçe ekiyordu. Bileğini çevirdi ve kabloyu beline doğru tuttu. Ancak kablo beline değmiyordu fakat avucu da kavrama kabiliyetini yavaşça kaybediyordu. Öyle ki bileğinden destek alıp kabloyu sağa çeviremiyordu. Ucu halen beline bakıyordu. Parmaklarını kullanmaya karar verdi. Kabloyu parmaklarının arasından hızlıca geçirip panoya öyle sokacaktı. Zaman kaybetmeden planını uygulama kararı aldı. Çünkü eli giderek hissizleşiyordu ve göğsünün üzerindeki mekanizmanın çekim kuvveti, zar zor kavradığı parçayı da giderek ağırlaştırıyordu. Kabloyu, tıpkı madeni parayı parmaklarının üzerinden geçirir gibi geçirdi ve ucunu panoya doğru tuttu. Parmaklarının üzeri donmuştu ve son anda kabloyu tekrar yakalayabilmişti.

Kablonun ucu panoya doğru bakıyordu ve ucundan çıkan hava, panonun ışıklarını buzlaştırıyordu. Avucunu hissetmiyor, parmaklarının üzeri felçli gibi titreyip duruyordu. Donma ve acı hislerini düşünmemeye çalışarak kabloyu panoya soktu. Birkaç saniye içerisinde donan ve işlevsiz hale gelmeye başlayan pano, birkaç kıvılcım çıkartıp tutuştu. O ana kadar göremediği bir ampul tam başının üzerinde yanıp, bütün kapsülü yeşil renge boyadı.

Göğsünün üstündeki mekanizma durmuştu. Panodan ufak tefek kıvılcımlar çıkıyordu. Elindeki kablo ise kendi kendine titreşiyor, içindeki havanın geri kalan kısmını öksüre öksüre dışarı atıyordu. Camların yanından geçen kablolar da yukarıdan aşağı yavaşça iniyordu ve en başından beri dışarıyı buzlu gösteren cam, daha berrak bir hale dönüyordu.

“Her şey durdu. Kurtuldum mu?”

Sağ elindeki parçayı bıraktı. Artık bir işe yaramayacağını biliyordu. Göğsündeki parçayı kendini yukarıya doğru iterek yanına düşürdü. Şimdi yaptığı tek şey beklemekti. Ne olacağını ve ne olmasını gerektiğini bekliyordu.

Camların yanlarındaki kablolar ortadan kayboldu. Panonun kıvılcımları kesildi ve başının üzerindeki ışık eski halini aldı. Cam ise dışarıyı olabildiğince şeffaf bir halde göstermeye başladı. Fakat camın diğer tarafındaki görüntü hayal ettiği bir şey değildi. Kapsülünde dışında hapishane ya da hastane gibi bir yer olduğu fikri vardı bilincinin derinlerinde. Ama bunun yerine bir çift göz vardı ve onların arkasında ise bütün bir uzay boşluğu görünüyordu.

İçinde bulunduğu kapsülün kapağı birkaç tıslama sonrası yavaşça açılmaya, dışarısı ise hassaslaşmış gözlerine garip bir ışık yaymaya başladı. Ellerini gözlerine götürdüğü anda her yerindeki kemerlerin çözüldüğünü fark etti. Gözlerini kapattı ve bilekleri ile boynunu ovmaya başladı. Sağ elindeki hisler yok olmuş, parmaklarının üzerindeki deri tamamen kendine gelmişti.

Kapsül tamamen açıldığında, istemsizce kendini yukarıya doğru atıp oturur bir pozisyona geçti. Hiçbir yeri ağrımıyordu ve tutulmamıştı. Kendini oldukça rahat hissediyordu. Camın arkasındaki gözler aklında gelince, gözlerini açtı ve bir anda kapsülden dışarı fırlayıp ve bulabildiğin en yakın kapıya doğru koşmayı istedi ancak etrafında kapıya benzer bir şey bulamadı.

Korkmanı gerektirecek bir şey yok. Sakin olur musun biraz?”

Kafasını çevirip gördüğü gözlerin sahibine baktı. Orta boylarda, kızıl ve renkli gözlü bir kadındı bu. Sürekli neşeliymiş gibi gülen gözleri ve kenarları kıvrılmış dudakları vardı. Çekici ve alımlı bir yapıya sahip olmaktan çok, sempatik vücut hatlarına sahipti. Üzerinde uzun beyaz bir önlük ve önlüğün altında kendisinin de anlamlandıramadığı garip bir giysi vardı. Kadının mahrem olarak adlandırılan yerleri, lateks deri ile kapalıydı ama diğer kısımlar olabildiğince açıktı.

“Neredeyim?”

Aklına gelen ilk soru bu olmuştu. Neler yaşadığını, kadının kim olduğunu, niye kapsül içerisinde olduğunu sormak yerine bunu sormayı tercih etmişti.

“Sence?”

Soruya soruyla karşılık verilmesi bu hayatta belki de en sevmediği şeylerden birisiydi. Hiçbir zaman kendisine sorulan bir soruyu, başka bir soru ile geçiştirmemiş ya da böyle bir şeyi denememişti. 

Kadına dikkatli bakınca onun niyetinin düşündüğü gibi olmadığını fark etti. Kadın kendisinden bir şeyler öğrenmeye çalışıyordu. Kadının kim olduğunu bilmiyordu ama meraklı gözleri onu açık ediyordu. Ona muhalif olmak yerine çevresine bir göz gezdirdi. Hastane tarzı bir yerdeydi. Odanın ortasında az önce içinden çıktığı kapsül vardı. Kapsülün dört bir yanında ise teknolojik aletler ve onlardan çıkan hologram ekranlar bulunmaktaydı. Etrafta kesici-delici hiçbir alet bulunmuyordu. Onun yerine garip şekilli tabancalar duvarları süslüyordu. Odanın şekli çokgendi. Göz ucu ile on kenar saydı. Kendisinin arkasında sadece bir duvar vardı. Diğer uçta ise cam gibi şeffaf bir maddeden yapılmış pencere gibi bir şey bulunuyordu ve manzara olarak dünyanın kendisi kullanılıyordu. Parmağını oraya doğru işaret etti.

“Dün…ya mı o?”

Kadın gülümseyerek kafasını sağa sola salladı.

“Ha? O mu? Bir saniye!”

Kadın birkaç derece dönüp boşlukta parmaklarını hareket ettirmeye başladı. Kadının parmak hareketlerinden klavye tarzı bir şeylerle uğraştığını fark etti. Kadın parmaklarını kullanmaya son verdiği anda, arkasındaki görüntü değişti ve yerini canlı bir şehrin siluetine bıraktı. Şehrin yolları denebilecek yerlerde ışıklar hızla yer değiştiriyor, binalara benzeyen konutların üzerindeki hologramlar farklı şekillere bürünüyordu. Arada sırada ise siyah ile mor arası değişen gökyüzünde garip patlamalar yaşanıyor ve patlamalar söndüğünde yerini büyük uzay gemilerine bırakıyordu.

“Neredeyim?”

Kadın yavaşça yanına doğru gelmek için hamle yapınca, içten içe savunma pozisyona geçti. Elini beline, sırtına ve bilumum yerine atıp kendini savunabilecek bir şeyler aradı ancak son hatırladığı anılardan kalan eşyalarının hiçbirini bulamadı.

“Sana zarar vermeyeceğim. Ve evet. Şu an Dünya'dan çok uzakta bir yerde bulunuyorsun. Seni buraya getirtmek için ne kadar çok uğraştım. Zor oldu. Ama başardım.”

Kadının söylediklerinden bir şey anlamamıştı ancak içinde bulunduğu durumu anlamak için, onun söylediği her şeyi beyninde analiz etmeye çalıştı. Kadın onu buraya getirtmişti. Dünyadan gelmişti ve başka bir yerdeydi. Ancak kadın, kendisi gibi sadece bir insandı. Neden başka bir gezegende normal bir insan vardı? Niye kendisi kapsülün içindeydi? Burada ne işi vardı? Kafasındaki onlarca soruyu çözmeye çalışırken, bütün soruların cevabını alabileceği tek kişinin karşısında olduğunu unutmuştu. Kadına yavaşça yaklaştı ve kapsülünde üzerinde bulunduğu masanın kenarına gelip oturdu.

“Tamam. Sakin olalım bakalım. Anlat.”

Kadın gülümseyerek görünmez klavyesine geri döndü ve parmaklarını oynatmaya başladı. Bir yandan da gözlerini sık sık açıp kapatıyor, bütün bir odayı doldurmuş heyecanını daha da yoğun yaşıyordu. Bu sırada kadının arkasında ve onun tam sol tarafında duran duvarın üzerindeki aletlerin görselleri silindi ve yerine birtakım grafikler geldi. Grafiklerin bazı yerlerinde yazılar ya da yazıya benzeyen işaretler belirdi. Fakat bunlar hiçbir dile benzemiyordu. Kendince gördüğü grafikleri anlamlandırmaya çalışsa da başarılı olamadı. Kadın onun duvarda oluşmuş holograma garip bir şekilde baktığını görünce gülümseyerek klavyesine daha hızlı basmaya başladı.

“Pardon! Hemen düzeltiyorum”

İşaretlerin hepsi silinip aşina olduğu bir dile çevrildi ancak bu dil, İbraniceydi.

“İbranice mi? Gerçekten mi? İbranice biliyor olduğumu sana düşündüren nedir?”

“Hmmm. Önümde yüzlerce dil seçeneği var. Dünyanın hangi bölgesinden olduğunu bile bilmiyorum. Hangi dili okuyabildiğini nasıl tahmin edebilirim?”

O anda baştan beri fark etmediği bir şeyi fark etmişti. Kadın onun dilini konuşabiliyordu. Hatta neredeyse aynı şiveye sahiplerdi. 

“Benimle konuşabiliyorsun. Dilimi biliyorsun. Hatta neredeyse kelimeleri benim gibi telaffuz ediyorsun. Ama çeviremiyorsun öyle mi?”

Kadın gülümseyerek parmakları ile ağzını gösterdi ve konuşmaya başladı.

“Dikkat edersen ben konuştuğum zaman ağzımdan aslında çıkan kelimeler çok farklı. Senkronu aynı değil. Yani seninle konuşan ben değilim. Aslında benim ama bunu senin diline çeviren ara yüz. Aha! Ara yüz! Dur!”

Kadın hızlıca klavyesine geri döndü ve tuşlara bastıktan sonra arkasındaki grafiğin üzerindeki İbranice yazılar birdenbire onun diline dönüştü. Grafiklerin üzerindeki yazıları okurken kadın kendisi ile konuşuyordu. Hem grafikleri incelemeye çalışıyor hem de kadının senkron bozukluğuna dikkat etmeyi deniyordu. Kadın gerçekleri söylemişti. Konuşması farklıydı. Dudaklarının hareketi ile duyduğu şeyler aynı değildi. Ancak o kendi dilinde duyuyordu. Bunun nasıl olduğunu sorgulamak yerine kafasını holograma çevirdi. Üzerinde onlarca grafik ve görsel vardı. Görsellerin hepsi farklı bir uzaylıya aitti. En alttan ikinci görselde ise kendisi vardı. Görsellerin yanlarında ise uzun renkli çubuklar bulunuyordu. Bu çubukların hepsinde de farklı sayılar yazıyor ve hepsi başka şeyleri betimliyordu. Mavi çubuk atmosfer, kırmızı çubuk sıcaklıktı. Turuncu çubuk nem oranı, yeşil çubuk hastalıklar ve mikroplardı. Sarı çubuk adaptasyon seviyesini anlatıyor, beyaz çubuk ise direnç göstergesini. Hepsini tek tek inceledi ancak hiçbir şey anlamadı. Tek fark ettiği kendisine ait bazı çubuklar diğer uzaylılara göre oldukça düşüktü. Bazıları ise oldukça yüksekti. Benzer olanlar da vardı. Ancak diğerlerine göre oldukça orantılıydı.

Kadın klavyesi ile işini bitirip ona arkasını döndü. Sağ elinin parmaklarını hareket ettirdi ve elinde küçük hologramdan yapılmış bir kalem belirdi. Duvara yansıyan holograma doğru yürüdü ve kendisine ait görselin ve grafiklerin olduğu kısmı tamamen yuvarlak içine aldı.

“Fark ettiğini sanıyorum. Buradaki değerler senin ırkının özelliklerini gösteriyor. Aslında çoğunluklu senin özelliklerini gösteriyor. Senin ırkın, sana göre biraz daha düşük seviyede. Bunun sebebinin kıyafetler olduğunu düşünüyorum ama konumuz bu değil. Konumuz diğer uzaylılara karşı olan üstünlüğün diyebiliriz. Ya da onları…”

“Dur dur dur! Ne diyorsun sen? Ne üstünlüğü? Ne anlatıyorsun?”

Kadın gülümseyip başını yere doğru eğdi ve gözlerini birkaç kere hızlıca kırptıktan sonra kendisine döndü.

“Baştan başlayalım o zaman. Nerede olduğunu sormuştun değil mi? Eunviya-2 adlı bir gezici istasyondayız şu an. Sen iki güneş sistemi yılı boyunca bu istasyondaydın. Önceki iki yılını ise dünyada bir depoda bu kapsülün içinde geçirdin. Şimdi ise…”

“Dört mü? Dört yıl mı? Savaş peki?  İşgale ne oldu?”

“Anlaşıldı. Savaşın çoktan bittiğini fark etmiş olacağını düşünmüştüm. En baştan almam gerekiyor sanırım.”

Kadın klavyesinden birkaç tuşa bastı ve hologramdaki görselleri değiştirdi. Grafiklerin yerini başka görseller almıştı ve savaşın seyrini gösteren tablolar ile savaş sırasında çekilmiş videolar ekranın çeşitli alanlarına dağılmıştı.

“Dört yıl önce Halbei ırkı gezegeninize savaş açtı. Sizin sürekli ve ısrarla tabir ettiğiniz şekilde işgal etmedi. Dünya liderleri zaten her şeyi biliyordu. Halbei ırklarından haberleri hep vardı. Halbei ırkı gezegeninizi kendi kendinize yok etmemeniz, sömürmemeniz ve doğasını yok etmemeniz için oraya yerleşmek, insan ırkına daha yüksek bir teknoloji sunmak istiyorlardı. Fakat liderleriniz bunu kabul etmedi. Bütün bir teknolojiyi kendi çıkarları için kullanmak istedi. Halbeiler ise buna karşı çıkınca ile insanlık Halbeiler ile irtibatlarını tamamen sona erdirdi.

İnsanlık olarak bilmediğiniz bir şey vardır ki bazı halklar için gelenekler ve davranışlar oldukça önem taşır. Halbeiler empatik hisleri kuvvetli olan canlılardır. Düşüncelere önem verir ancak karşısındakini hareketleri ile yargılarlar.

Evrimleri boyunca nazik bir halk olarak bilinen Halbeiler, sadece davranışlarınız yüzünden size savaş açtı. Bunu düşünebiliyor musun? Garip geliyor değil mi? Maden, mineral ya da kurgusal araçlarınızda sık sık bahsettiğiniz elementler değil… Sadece bir davranış biçimi! Liderleriniz kibarca Halbei ırkının teklifini reddedip insanlarının buna hazır olmadıklarını söyleselerdi… Belki de bunlar hiç yaşanmayacaktı.”

“Saçmalıyorsun! İşgal ettiler bizi! Dünyamızı yok etmeye çalıştılar!”

“Öyle mi? Size dayatılan şey bu muydu? Kolay manipüle edilen canlılarsınız. Peki bunlar için ne diyeceksin?”

Ekrandaki görüntülerin içinde başka küçük bir hologram belirdi bir anda. Bu bir kutucuktu ve içinde yine anlamadığı dilde seçenekler vardı. Kadın klavyesi ile seçeneklerin ortasında kalan uzunca yazılmış olanı seçti. Hologram bir anda değişti ve yerini karşılıklı konuşan görüntülere bıraktı. Bir tarafta Halbeiler diye kendisine anlatılan halkın liderleri olduğunu düşündüğü kişi vardı. Halbei liderinin derisi kızıl rengindeydi ve birden fazla dokunaca sahipti. Liderin ağzı olarak düşündüğü kısımda onlarca delik vardı. Fakat herhangi bir burun ya da kulağa sahip değildi. Kafası ahtapotlara benzese de, bazı yerlerindeki sert köşeler bu benzerliği bozuyordu. Konuşurken ağzını oynatmıyordu fakat dokunaçlarına da engel olamıyordu.

Diğer tarafta ise Dünya’da yüzleri ve kişilikleri çok iyi bilinen liderler durmaktaydı. Neredeyse küçük-büyük her ülkenin lideri korku ve endişe içinde beklemekteydi. Kadın boş bir alana doğru bağırdı.

“Ara yüz! Simultane çeviri! Sesi çoğalt!”

Hologramın yürüttüğü videonun sesi gelmeye ve videoda konuşan kişilerin konuştukları diller anında onun diline çevrilmeye başlandı. Duvardaki holograma daha da odaklandı ve karşısındaki dört yıl öncenin tarihini seyre koyuldu.

Halbei lideri Dünya liderlerine kendisini tanıttı ve onlara amacını anlattı. Kadının söylediği şeyler doğruydu. Halbei lideri insanların daha düzgün bir gezegende yaşamaları gerektiğinden bahsetti. Bir yandan da insanların evrimini tamamlayamadığını, halen ilkel olduklarını söyledi. Dünya liderleri aşağılanmış duygusuna kapıldıklarını söyleyip Halbei Liderine isyan edince, Halbei lideri özür dileyip onlara bir anlaşma sundu. Anlaşmaya göre insanlarla birlikte yaşayacaklardı ve onlara olabildiğince nazik davranıp geliştireceklerdi. Eğer popülasyon hızlı bir şekilde artarsa, yörüngedeki istasyonlarına insanları nakledecek ve başka gezegenlerde yaşamalarını sağlayacaklardı. 

Halbei lideri amacını ve yaşanılacakları anlattıktan sonra büyük bir tartışma çıkmıştı. Ama çıkan tartışma iki ırk arasında değil, Dünya Liderleri arasındaydı. Daha yeni savaştan çıkmış iki ülkenin lideri birbirlerine hakaret etmiş, savaşta yenilgiye uğrayan taraf, diğerini suçlamaya başlamıştı. Diğerleri ise bu durumdan “Amerika’nın oyunu bunlar!” diyerek içinden çıkmaya çalışmıştı. Kendi ülkesinin lideri ise sadece dinlemek ile yetinmiş, sesini çıkartmamış, arada sırada küçük ülkeleri pohpohlamıştı. Halbei Lideri bu durum karşısında bir süre sonra yeniden görüşmek istediklerini söyleyip onlardan ayrılmak için izin almış ve yayını kesmişti. Ancak dünya liderleri karşılıklı hakaretlerine devam etmişti.

Kadın tekrar başka bir kutucuk çıkartıp, başka bir seçeneğe geçti. Bu önceki videonun devamı niteliğindeydi. Kadının başta anlattıkları bu videoda gerçekleşmişti. Halbei Lideri önerisini sunmuş, liderler yine kavga etmiş ve hepsi aynı anda Halbei liderine olabildiğince hakaret etmiş ve “Bunlar tiyatrodan başka bir şey değil! Bilgisayar ile yaptığını bu görüntülere inanacak kadar da geri zekâlı değiliz! Bu gösteriye katılmayacağız! Gücüne güvenen varsa saldırsın!” şeklinde karşılık vermişler ve toplantıdan bir bir ayrılmışlardı

İzlediği iki videoda da sakin kalan tek kişin Halbei lideri olduğunu görmüştü. Fakat insanların bu davranışları sonrasında Halbei lideri sakinliğini bozmuş ve kendisine karşı sergilenen bu kabalığa karşı olan tepkisini açıkça belli etmişti. Liderlerle yaptığı toplantıdan ayrılmadan hemen önce insanlığın hiçbir şeyi hak etmediğini, alt bir ırk olarak kalacaklarını ve bu davranışlarından vazgeçmedikleri için onlara savaş ilan edildiğini, dünya liderlerinin ise yaşam enerjilerinin fiilen sona erdiğini söylemişti.

Her iki videoyu da izledikten sonra dönüp kadına baktı. Gözlerinde onlarca soru, aklında ise o soruların doğurduğu başka sorular vardı.

Demiştim. Liderleriniz bu duruma sebep oldu. İnsanlık haricinde tanıdığınız başka zeki bir canlı olmamasına rağmen her ırkı kendiniz gibi sandınız. Saçma sapan söylemleriniz, kavgalarınız, abartılı hareketleriniz ve bitmek tükenmeyen kibriniz sizi bu hale getirdi. Farklı zeki varlıklarla girdiğiniz temasa dair yaptığınız filmleri ya da yazdığınız hikayelerin çoğunu biliyorum. Konularınız genellikle aynı. Dünyanın işgali hep maden için, mineral için ya da materyaller için oldu hikayelerinizde. Ya da sizi öylesine yok etmek içindi. En sevdiğim konular da "öylesine" olanlar aslında. Bir ırk başka bir ırkı "öylesine" nasıl yok edebilir? Konumuza dönelim. En kibar, içten ve dürüst davranışları ile bilinen Halbeilerin o öykülerinizdeki şeylere ihtiyacı hiçbir zaman olmadı. Öyle ki ticaret alanında en büyük paya sahiplerdir onlar evrende. Sizin dünyanız onlar için… Hım… Küçük yerleşim birimlerine ne diyordunuz? Köy! Evet köy! Siz evrende küçük bir köydünüz aslında.”

“Gezegenimin işgale uğraması için geçerli bir sebep mi sence bu? Küçüğüz ya da vahşiyiz diye yok edilmemiz mi lazım?”

“Söylediklerimden bunu anlamana şaşmamalı. Bir dünyalısın sonuçta. Ayrıca soykırıma uğramadınız. Sadece savunma ve saldırı gücünüz tamamen yok edildi. İnsanlarınız ya da halklarınız halen yaşıyor. Fakat evet. Artık ülkeleriniz ve sınırlarınız maalesef bulunmuyor. Ve daha birçok şey daha var. Onları zamanla anlatırım. Konuşmamız gereken başka şeyler var.”

“Peki. Dediğin gibi olsun. Geçelim bunları. Sana ilk sorduğum şeylerden birini merak ediyorum. Dört yıldır neden uyuyorum ben? Burası gerçekte neresi?”

“Başta da söylediğim gibi Eunviya-2 adlı bir istasyondasın. Tahmin ettiğini düşünüyorum ancak açıklamak istiyorum ki ben insan değilim. Görünüşümü yabancılık çekme diye değiştirme kararı aldım. Kapsülden çıktıktan sonra farklı bir ırk ile karşılaşman kırılgan insan psikolojini dağıtabilirdi. Senin için karakterime uygun en yakın insan şekli buydu ve ben de onu kullandım. Aklında soru işareti kalmaması için belirtmek istiyorum; Görünüşünü kullandığım kişi halen yaşıyor. Gezegeninizde bir yerlerdedir şimdi. Sana gelince… Sana birtakım sorular sormam gerekiyor. Hazır mısın?”

“Benim sorularım…”

“Sakin ol. Diğer sorularını da cevaplayacağım. Şimdilik senin cevap vermen gereken bazı şeyler var.”

Kadın klavyesindeki birkaç tuşa basarak hologram görüntüsünü eski haline getirdi. Görüntü içerisinde yine kendisi vardı ve kendisini içerisine alan daire halen duruyordu. Kadın klavyesini bırakıp hologram kalemini çıkarttı ve diğer görüntünün yanına birtakım yazılar getirdi. Ancak bu yazılar onun dilinde değildi ve öncekilerden daha da karmaşık bir düzene sahipti.

“Son savunma hattında bir askerdin değil mi?”

“Postaydım.”

“Nasıl yani?”

“Büyük savaşlarda ya da savunmalarda bulunmadım. Ben postaydım. Haberleşmeyi sağlardım. Paket ve mühimmat teslim alır ve teslim ederdim.”

“Neden?”

Ayağa kalkıp cılız bedenini gösterdi. Sağa ve sola birkaç kez döndükten sonra elleri ile bütün bedenini ön plana çıkarttı.

“Zayıfım. Çelimsizim. Hiçbir askeri eğitimde başarılı olamadım. Komutanlarımdan bir tanesi bile işe yaradığımı düşünmedi. Sanırım pek bir işe yaramıyorum.”

“Kapsülün içinden çıkabildin ama?”

“O kadar zor değildi. Kabloların devreye çarptığı anda onları soğutup durduracağını düşündüm.”

“Ama kablolar düşündüğün kadar hafif değildi. Hangi devreden bahsettiğini bilmiyorum. Orada bir devre yok.”

“Işıkları olan bir panel vardı içeride! Kabloyu ona dokundurmam yeterli geldi!”

Kendisini kapsülün yanına attı ve içini incelemeye başladı. Söktüğü kablolar orada duruyordu ve kabloyu soktuğu devre… Orada öyle bir şey yoktu. Soğuktan kırılmış metalimsi bir yüzey vardı ve içinden onlarca başka kablo geçiyordu. Ancak herhangi bir devre ya da ışık göremiyordu.

“Ama bir devre vardı burada! Kutu gibiydi. Sanki üzerinde düğmeler vardı. Kapak sanki onlarla açıp kapatılıyordu.”

“Ona dokunmayı denedin mi?”

“Kollarımda kemerler vardı! Çok fazla hareket edemiyordum. Kollarımı ve göğsümü zor hareket ettiriyordum.”

“Kemerler? Güç alanlarını mı diyorsun? Güç alanları senin hareket etmeni engeller. Önler demiyorum. Engeller. Güç alanları seni zapt ederken parmaklarını oynatmazsın bile. Sen o halde kabloları nasıl söktün?”

“Ellerimle! Göğsümle! Parmaklarımla! Başka nasıl yapacağım sanki?”

“Bak… Kollarında ayaklarında ve boynunda güç alanları vardı. Senin tabirin ile kemerler… Bunlar seni zapt etmek için var ve vücudunda nerede takılı ise o yeri kısmi felce uğratır. Yani parmaklarını hareket ettiremezsin. Göğsünü, ayaklarını ya da başka bir yerini. Onların içinde hareket edebilmen… İmkansız.”

“Anlamıyorum.”

“Anlamanı beklemiyorum. Diğer soruya geçiyorum.”

“Ama…”

“Diğer soru!”

“Tamam…”

“Seni bulduklarında üzerinde iki adet kıyafet vardı. Biri Halbeilere ait bir zırhtı. Diğeri ise senin kendi askeri üniformandı. Halbeilere ait zırhı nasıl buldun?”

Kendisini bulduklarından bahsetmişti kadın. O anda aklına en son yaşadığı şeyler gelmeye başladı. Üzerindeki üniforma ve altında sakladığı diğer kıyafet ile yola çıkmıştı. Vardıkları alanda emre itaatsizlikten dolayı başka silahlarla kuşandırılmış ve eğitimsiz keşif seferine gönderilmişti. Dördüncü taburun en son askeri olarak da tarihi bir binaya konuşlandırılmıştı. Oradaki görevi, gelen saldırıları püskürtmek ve ilerleyen uzaylıları durdumaktı. Ancak binadaki yerini alır almaz, üstleri onun bütün silahlarına el koymuş, çantası ve üzerindeki kıyafetlerle onu binanın yer altındaki tünellerine yollamıştı. O aşağı inerken de ne kadar ezik olduğunu ve dünyayı bile koruyamayacak bir karaktere sahip olduğundan bahsedip durmuşlardı. O ise çantasındaki uzaylı silahına ve üzerindeki zırha sarılıp, kendine ait güvenini sağlamlaştırmıştı. Ancak yer altına indiği anda eskisi gibi sadece bir masa ve sandalyeye kavuşmuş, önüne atılan haberleşme cihazları ile üstlerine bilgi verip durmuştu. Bir süre sonra ise üstünde bulunan bina saldırıya uğramış, tek hamle ile yok edilmiş ve kendisi oluşan bir göçüğün altında kalmıştı. Son hatırladığı şey ise yoğun bir şekilde içine çekmeye korktuğu, tozlu havanın son tanecikleriydi.

“Beni nasıl buldunuz?”

“Soruma cevap vermen…”

“Nasıl dedim!”

“Üzerindeki zırhta yer belirleyiciler var. Ayrıca zırh, giyen kişi için koruma görevini üstleniyor. Yani senin ırkın için ölümcül olacak o göçükten sağ çıkmanı sağlayan o zırhtı. Ayrıca seni bulmak zor olmadı çünkü seni göçükten çıkartan zırhtı. Halbeiler seni havada süzülürken buldular.”

“Anlamadım.”

“Halbeilerin o zırhları birçok alanda etkilidir. Bu yüzden adını Hakimiyet koydular. O zırh ile yer çekimine karşı koyabilirsin, kendinin binlerce katı ağırlığındaki eşyaları kaldırabilirsin, hiç koşamadığın kadar hızlı koşabilirsin. Ama sanırım sen zırhı hiç denememişsin.”

“Nasıl çalıştığını bilmiyordum ki.”

“Sen sadece eyleme geçecektin. Zırh geri kalanını hallederdi. Peki soruma geri dönelim. Nasıl buldun zırhı?”

O ana kadar zırhı ve diğer eşyaları nasıl bulduğunu anlattı. Onları nasıl sakladığını ve onlar hakkındaki tuttuğu notlardan da bahsetti. Hepsini en küçük detayına kadar söyledi ve içinden gelen hislere güvendiği için, hiçbir şeyi saklama gereği duymadı.

“Bu yüzden mi o Halbei askerlerini öldürdün?" Peki nasıl giydin zırhı?”

“Öğrenmek istedim. Her şeyi öğrenmek istedim. Onları da o yüzden öldürdüm aslında. Zırha gelince... Sadece giymek istedim. Normal bir kıyafet gibi üzerime geçirdim.”

“Zırhlar dnalara göre kodlanır. Yani senin giymene imkân yok. Zırhın kendini vücudundan ayırması lazımdı. Bunu nasıl başardın?”

“Bilmiyorum. Sadece incelemek için açmayı denemiştim hepsi bu.”

“Zırhın özelliklerini bozmuş olmalısın. Nasıl yaptığını bilmiyorum. Belki de tarihinizdeki ilkellik halen devam ediyordur. Taş ve sopaları kullanmayı denedin mi zırhı bozarken ya da amacın sadece zarar mı vermekti?”

“Hayır! Ben sadece... Zırhı giymek istemiştim. Ben...”

“Özür dilerim. Amacım bu değildi. Sinirlenmek istemedim.”

“Anlıyorum. Bu kadar önemli mi bir şeyleri anlamak ya da öğrenmek senin için?”

"Ne diyorsun?"

"Konuştuğumuz andan itibaren anlamadığın tek bir şey oldu. O da zırhın nasıl çalıştığı. Geri kalan her şeyi biliyorsun. Bilinmezlik bu kadar mı sinirlendiriyor seni?"

"Onu... Ben... Bilmiyorum"

"Halbei ırkındansın değil mi?"

Biterken Çalıyordu: O Re Piya - Aaja Nachle

Yazar: Ahmet T. Mengeş

Bilimkurgu ve Fantastik sever. Oyun bağımlısı. Vampir mitoloji gardiyanı. Garip ve bir o kadar da ukala. Amatör oyun geliştiricisi. Çok amatör.

Bütün hakları saklıdır © 2023 COGMAS.ONE

İletişim: info@cogmas.one